KAPALI GÖZLER, RUHU SEYRETMENİN EN GÜZEL ŞEKLİDİR

Köşe Yazıları - 10 Şubat 2024 12:48

“KAPALI GÖZLER, RUHU SEYRETMENİN EN GÜZEL ŞEKLİDİR”
– VICTOR HUGO

Bugün, aydınlığa çocuk yaşında gözlerini kapatmış ama gönül kapılarını açmış; okumuş, çalışmış, çocuklarını okutmuş ve kimseye tutunmadan dimdik yaşamayı başarmış bir insanın kısacık hikayesini okuyacaksınız.

Bu kişi Sunğipek camiasının unutamadığı bir Sunğipek çalışanı. 1935 yılında temeli atılan fabrika, 1. Şubat. 1938 tarihinde bizzat M. Kemal Atatürk tarafından açıldı ve bu yıl 86. yıl dönümü.

Sunğipek Fabrikası’nı onun anlatımı ile aktarmak ve geçen haftalarda kaybettiğimiz Durmuş Ali Yazar’ı anmak istedim. O; hayatta, görmeyen iki gözü ile başarılı olmanın, şükretmenin, mutlu olmanın sırrını keşfetmiş biriydi. Durmuş Ali Yazar’a saygı ve rahmet ile.

DURMUŞ ALİ YAZAR

Şimdiki ismi Çamlık olan Dalayman köyünde, 1944 yılında doğmuşum. Annemin ilk eşi erken yaşta apandisitten ölünce, annem babamın ikinci eşi olarak babamla evlenmiş. Bizim oralarda o zamanlar iki eşlilik var. Annem hizmet etmek için anneanneme gitmiş. Evdeki anne, sobanın üzerinden çorba tenceresini almış. Bizim oralara özgü çökelek aşı çorbasının hamurları, dönmesi ile suratıma ve vücuduma yapışmış. O zamanlar 3 yaşındaymışım. Göbeğimden aşağısı yanmış. Çok uzun yıllar vücudum ince zar tabakası gibiydi, bir şey değse kanardı, şimdi kalınlaştı. Annem sesimi taa öbür mahalleden 1000 metre öteden duymuş ve eve koşmuş. Anneannem beni kocakarı ilacı ile iyileştirmiş, iki yıl yatmışım hiç kıpırdamadan. Babam dışarılarda çalışıyormuş. Fakirlik var, çocuk çok. Annem biraz zeytinyağı ve kireç yollasın diye babama haber salmış ve beni onlarla tedavi etmişler. Bu arada göz damarlarım da yanmış, gözümü tamamen beyaz gri bir tabaka kaplamış.

Köy yerinde kalsam bana kimse bakmazdı. Çok uğraştım okula gidebilmek için. Mahkeme yolu ile Ankara Körler Okulu’na yazıldım. O zaman bir Ankara, bir de İzmir’de körler okulu vardı. Müracaatları sıraya koyuyorlardı. Seydişehir’de Maarif Memuru İrfan Şeker ve kaymakam bana yardımcı oldu, okula girmemi sağladılar. Yoksa 130. sıradaydım, yıllarca sıra gelmezdi. Zaten 9 yaşında okula başladım, yatılı olarak okuyup, Ankara Körler Okulu’nu başarı ile bitirdim.

Ankara’da Körler İş Araştırma Bürosu kurmuştuk. Sonra rehabilitasyon merkezi de kurduk. Ecevit ile de görüştük. Kendisi o zaman Çalışma Bakanı’ydı. Hatta gece milletvekillerinin evlerini tek tek dolaştık. Çankaya’nın kapısına iki minibüs (27 kişi) gittik. O zaman Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı idi. Minibüsler döndü, biz kalacağız diyerek Çankaya kapısına oturduk. Nizamiyedeki yetkili bizi uyardı. “Buraya yabancı elçiler gelir gider, burada oturmayın, arka bahçeye geçin” dedi. “Biz de vatandaşsak, bizimle de ilgilenecekler” diyerek arkaya gitmek istemedik. Bir subay geldi ama rütbesini bilmiyoruz çünkü hiçbirimiz görmüyoruz. “Bugün zaten akşam oldu, siz gidin sabah 8.30 da gelirsiniz. Ben sizi götüreceğim, görüşür görüşmez ona karışamam” diyerek bizi gönderdi. O geceyi Tandoğan mahallesinde arkadaşın evinde geçirerek, aramızdan 5-6 kişi temsilci olarak seçip, ertesi gün gene gittik. Cumhur’un özel kalem Md. Tahir Akın Bey, köşk genel sekreteri Nasır Zeytinoğlu ile görüştürdü. 15 dakika kadar görüştük, ilgilendiler bizimle. Bizim durumumuzu Cumhurbaşkanına arz etti. İsmet İnönü Başbakandı. İlgilenmesini söylemiş ama İnönü bizi kabul etmedi. Biz ısrar ettik. O zaman Yeni Türkiye Partisi Başkanı Ekrem Alican Başbakan yardımcısıydı. Koalisyon Hükümeti vardı. Bu görüşmeler neticesinde “Bu arkadaşları İktisadi Devlet Teşekküllerine yerleştirelim” dediler. Bizim elimizde taslak vardı. Bizim isteğimiz 1475 sayılı iş kanununun 25 maddesini hayata geçirtmekti ama “O uzun iş sizi şimdilik bir yerleştirelim” dediler.

Bütün arkadaşlarımız (27 kişi) bir yerlere yerleşti. Beni de Sümerbank’a gönderdiler. 19-7-1963 yılında bizimle ilgili bir karar yayınlandı, bende radyodan öğrendim. 27 Haziran 1963’te Ankara Sümerbank, oradan da Gemlik Sunğipek fabrikasına geldim. Ankara’da Emin Giray Bey diye bir teknik muavin vardı. Beni o ikna etmişti. Burası daha rahat bir ortamdı. “Trafikten kurtulur, üstelik kira da vermezsin, biz sana her türlü imkanı sağlarız” dedi. İlk işe girerken de onunla muhatap olmuştum. Bekar Pavyonumuz vardı. 17 sene orada kaldım. Ben telefon santral operatörüydüm, geldiğimde kadro doluydu. “Bir müddet otur, sandalye verelim dediler” ben kabul etmedim.

Sizi nasıl karşıladılar?

İlk geldiğim gün Hakkı Üngör Md. Muaviniydi, Cemal Özaydın abimiz vardı. Cemal Bey, ona “Bu arkadaşı kahvaltı yaptır” dedi. O, beni memur kahvaltı salonuna götürdü. Garson servis getirdi. Ben tam başlayacağım bana; “Dur” dedi. Bıçağı eline aldı, kesti “Aç ağzını” dedi. “Sen dur, ben yemeğimi kendim yerim” dedim. Dondu kaldı. “Bir şey söyleyeyim mi evlat, ben senin böyle olduğunu düşünmedim” dedi. Yani enteresan başladı günümüz.

Gemlik Sunğipek Fabrikası’nda bana ilk önce merhamet ve acıma duygusu ile yaklaştılar. Önce çile tefrik bölümüne girdim. İpek çileleri paketliyorsunuz, makine hazırlıyor, tartıyor, paketleniyor. Orada hanımlar vardı, 480 bayanın çalıştığını söylerlerdi. Benim için “Bu ne yapacak! Biz onun yerine de çalışırız” demişler. Muharrem Atasoy imalat şefiydi. Özellikle beni izlemeye gelmiş. Hanımların o söylemini biraz ağır buldum. Başkalarının sırtına yük oluyormuşum gibi hissettim. “Çok çalışacağım, görme engellilerinin ne işler yaptığını göstereceğim” diye kendime söz verdim. Bana işlemeyi dolaştırın dedim. Beni işletmenin İhsar kısmı vardı, (Büküm terbiye) oraya verdiler. Muzaffer Atamer müdürümüzdü. “Biz buraya bayan aldık erkek sokamayız” demişler. 63-70 arası kadrom büküm terbiye de kaldı.

İhsar bölümü: selüloz, ipeğin ham maddesi, karton kağıt. Huş ağacı veya köknar ağacı (İskandinav ülkelerinden selüloz alıyorduk) 50-70 cm gibi karton kağıt. 16 sayıyor, pres makinelerine yerleştiriyorduk. Süt kostik diye bir madde var, onunla pres makinesinde yumuşatıyorduk. Dikme makinesinden ilk olgunluk denen yere gidiyor, vagonlar içerisinde 24 saat bekliyor, oradan da karbon sülfür gazı ile hamur hale geliyor, son olgunluk dan sonra reçel hale gelip, dinlenmeye gönderiliyor. Oradan motorlardan pompalarla düze makinelerine basılıyor, ipek istiyorsanız ipek düzesine, selefonsa selefon düzesine, yünse yün düzesine gönderiliyor. İpek düzesi 5 kr büyüklüğünde mini minnacık bir şey. Belirli bir ağırlıktan sonra yıkanıp kurutuluyor ve bobin haline geliyor, bir kısmı çile oluyor. Kağıt selefon üretiliyor. O zaman biz ambalaj için kullanıyor, piyasaya vermiyorduk. Viskon yünü piyasaya veriyorduk. Beni bir türlü kendi bölümüm olan santrala göndermediler. Burası aynı zamanda tatil şehri gibiydi. Ankara’dan gelen bürokratlar burada tatil yaparlardı. Ben dilekçemi ve şikayetimi dile getirdim. Genel Müdür yetkilileri ikaz etti. “Biz onun diplomasını, dosyasını hazırladık, neden asıl yerine vermiyorsunuz?” dediler.

Selefon fabrikası sonradan kurduk ve piyasaya vermeye başladık. Fabrikaya Cevdet Sunay Cumhurbaşkanıyken geldi. Sonra Ecevit. İnönü’ye rastlamadım. Ecevit beni görünce, “Durmuş sen ne arıyorsun burada?” Dedi. Ankara’da görüştüğümüzü unutmamış. Hatta Haydar Yıldıran Müdürdü. “Durmuş gelsin, onunla sohbet muhabbet edelim” demiş. O zaman şefimiz Şerif Taş vardı, Yalova’dan gelir giderdi. “Sen git duş al giyin” dedi. Müdür telefon etti, ben gittim. Bizim müdür, Abdullah Büyüköğüt ve orada çalışan üst düzey kişiler beni methederken Ecevit, ” Bana Durmuş’u anlatmayın, ben onu Ankara’dan biliyorum” dedi. Benimle çok ilgilenmişti. Hatta resmimiz de olacaktı gönderecekti, bilmiyorum ne oldu? O gün oturduk, yaklaşık 2-3 saat muhabbet ettik. O gece gideceklerdi. Kar yağdı, Bursa yolu kapandı, kalmak zorunda kaldılar. Sanayi Bakanı Muammer Ertan ve Rahşan Hanım da yanındaydı.

Erbakan Hoca da selefon fabrikasının temeli için geldi. 130 milyon liraya mal olacağını söyledi konuşmasında. Önce 83 milyona çıkacağı hesaplanmış. Türk lirasının kaybından dolayı maliyet artmış. Temeli attı, o gece kaldı, sabah gitti. Hüsnü Baltacıoğlu, Yalçın Akşahin teknik muavinimiz vardı o dönem. Md. İstanbul’a alım satıma toplantıya gidiyormuş. Bende santraldayım.” Önemli bir şey olursa beni ara” diye tembih etti. Saat 07.30 da iş başı yapıyordum. İşte o zaman o vinç hadisesi oluyor. Nazif usta, vinç ile temeli sökerek, temele bir de……yapıyor. Bende camiye gitmiştim, geldim tam yerime oturmuştum ki, benden önceki vardiyadakiler söylediler. “Hemen Müdürü bulsun” diye haber geldi. Müdürü bulduk. Bilgi verildi. “Derhal işten atın “demiş. Sonra sendikanın girişimleri ile işe döndü ama; girdi, tazminatını aldı çıktı fazla kalmadı. Bu olaya şahit oldum. Haklı bile olsa Devlet malına zarar vermek hoş bir durum olmadı. Bu ikinci seliloz fabrikası ile fabrikaya 480 tane işçi alındı. Kadro bir anda yükseldi. Gemlik esnafına çok faydası oldu. İşletme 83 yılında böylece tam kapasite çalışmaya başladı.

Sunğipek’de uzun yıllar bekar pavyonunda yaşadıktan sonra evlendim. Eşimle lojmana taşındık. 80 yılından 95 yılına kadar lojmanda kaldık. Bu arada bir sene Dörtyol’da Orman Şefliğinin yanında kirada oturdum.

Lojman ve lojmandaki hayatı Durmuş Bey’in eşi Emine Hanım’dan dinleyelim: Biz 6 sene fabrikanın apartman şeklinde lojmanları vardı, orada oturduk. Sonra Karbon Sülfürün yanındaki iki haneli, bahçeli tek katlı eve geçtik. Kenan Bey, isminde komşularımız vardı. Orada emekli olana kadar 11 senemiz geçti. Bahçeye her şey ekerdim. Tavuk besledim köpekler yedi. Sonrakileri şikayet ettiler müdüre, İsmail Beyler’e verdim. Bahçede bol su vardı. Bir de tavuk gübreleri. Bizim bey salatalık toplamış müdür beye götürmüş. O kadar güzel ve lezzetliydiler ki, o şaşırmış “nereden buldun” demiş. Domatesler, her çeşit sebze ekerdim. Bana İsmail Bey “Jandarma” derdi. Fabrikanın bahçıvanları vardı ama benim çiçeklerimin üstüne yoktu. Kadife çiçeklerime herkes imrenerek bakardı. 10 Kasım geldiğinde çelenkleri benim bahçeden topladıkları çiçeklerle yaparlardı. Karbona bir müdür gelmişti. Bizim evin önünden geçerken, “Bahçıvanlar bu eve ne güzel çiçekler ekmiş” demiş. Tohumlarını memlekete bile götürdük. Hala da ekip biçmeyi severim. Bahçemizde yine her çeşit meyve ağaçları vardı. İncir zamanı kilolarca incir, erik toplar, reçeller yapardık. Ben erken kalkmayı severim. Çocukları okula fabrikanın servisi gönderir, çamaşırları yıkar, bahçeye asardım. Geçenler kar gibi çamaşırlara “Vaay be” derlerdi. Geceleri fular yapardım. Fabrikada Ayşe Hanım vardı, yardım olsun diye Bursa’da satar parasını verir, “Emine sen yap” derdi. Dantel yaptım çok dışarıya iş yaptım çocuklar okurken. Baklavalar açardım. Bizim oraların yemekleri meşhurdur. Kura çekilir, iki kişi ikramları hazırlar, çaylar oradan verilir, yuvarlak salonda hanımlar gün yapardık. Sabah evlere kahveye gidilir, bir normal yaşantı içinde olan aileler vardı bizim gibi, bir de daha sosyal olanlar vardı. Onların yaşantıları bizden biraz farklıydı. Akşam lokale inerler, hanımlar konken oynar, erkekler bezik oynar, yazlık kışlık lokalde yemek yerlerdi ama kimse kimseye birinci, ikinci sınıf vatandaş gibi davranmazdı. Samimi ortamlar vardı. İşçi ailesi olarak 7-8 kişi vardı, gerisi memurdu. Bizleri hiç ayırmadılar. Teoman Ulutekin Md. hanımı çocuklara çok kitap verir, bana da “Yanlış anlama bizim çocuklar büyüdü “derdi. Fabrikada günler, düğünler, sünnetler olurdu. Öğretmen olan kızımızın da kınasını, düğününü fabrikada yaptık. Aşçılar Durmuş’u çok sevdikleri için yemekleri yapıverdiler. Zaten salon ücretsizdi. Farikada oturanların hepsi geldiler, çok güzel, nezih bir düğün oldu.

Durmuş Beye Fabrikayı sordum.

SAĞLIK: Fabrikada revir ve kreş vardı. Aynı zamanda çalışan bayanların çocuklarına bakılıyordu. Ben geldiğimde Güngör Yılmaz hemşireydi. Güzide Özgeç, hemşire olarak çalıştı. Safiye Hanımlar ile lojmanda beraber oturuyorduk. Diş doktoru Sadi Bey dişçimizdi. Naci Özokur’u Ankara’dan tanırım. Celal Balcı ile Ankara’da hastanede tanışmışlar, fabrikaya gelmelerine vesile olmuş. Ben Ankara’da hastanede bir süre yattım. Geldiğinde “Siz beni tanıyor musunuz?” Dedim. Çıkaramadı tabi. Ben anlattım, Sedat Yürükoğlu Hocamız vardı, Rafet Beyin hastasıydım dedim. Naci bey emekli olunca bir aylık bir doktor geldi, durmadı gitti. Sonrasında Hasan İnce geldi.

YEMEK: Para yerine geçen fişlerimiz vardı. Ben jetonları görmedim. Ekmeğimizi bu fişlerle yiyeceğimiz kadar alır, karşılığında fiş verirdik. Bu fişler yazılırdı, ay sonunda maaşımızdan kesilirdi. Sosyal hizmetler bunun hesabını tutardı. Ekmek hem gramaj olarak fazla, hem ucuzdu. Eskiden ben gelmeden evvel fırın varmış fakat daha sonra Nail Kıvrık çalışıyormuş. Nail Hoca fırını kaldırmış. İşe giderken üç sefer tasını iç içe bir şekilde hazırlar bırakırdık. Aldığımız yemek bir aileyi doyururdu. Hatta misafir geldiğinde de gider; pişmiş, pişmemiş şekilde alırdık. Her şey ucuz ve boldu. Memur yemek salonu, işçi salonu ayrıydı. Memur yemek salonunda yemek yeme hakkın varsa bedava, yoksa alakart uygun yemek yenirdi. Yine fişlere yazılırdı. Misafirler orada ağırlanır, dışarıdan gelenler para öderdi. İşçilerin yediği yemek ücretsizdi. Büfe vardı paralı. Benim çocuklarım gelince hesabıma yazın, ben öderim, derdim. Dışarıdan gelen olursa parasını tahsil ederlerdi. Muhtar Alemdar’ın oğlu Cengiz, Mahmut Odabaşı, Somer Toplu gibi Gemlik çocukları gelirler, beraber oturur, eğlenirler, lokalden yazlık bahçeye çay içmeye giderdik. Aşağıda dans pisti vardı. Ortası biraz yüksekçe, lambalar, etrafı çiçekli. Herkes orada eğlenirdi. Osman Şükrü Edirne yaptırmış, Oğuzhan Alper yıktırıp düzleştirmiş. Yazın sünnet düğünü olurdu. Hatta ismini hatırlamadım şimdi, meşhur bir türküsü olan türkücü gelmişti. SANTRAL: Yeri doktorlarla bitişikti. Md. binasının sol köşesinde. Ben gündüzcü olarak çalışırdım, 7.30- 16 arası mesaim vardı, iki kişi vardiyacıydı, ben masada çalışırdım, diğer arkadaş evrakları götürürdü. Kim kimle konuşmuş deftere yazılırdı. Fabrika içi konuşmalar parasızdı, Gemlik ve dışarısı paralıydı. Yalnız çalıştığımda akşam çocuklara notları okur, onların yazdırdıklarını deftere geçerdim. Ay sonu maaşlarından konuşma tutarları kesilirdi. Müdür ve personel görüşmeleri parasızdı.

ULAŞIM: Yaşar Şendaldal, Nurettin Atan, Rahmi Maraş, Ali Ergen, Ali Ermiş müdürleri taşırdı. Ali Ergen, Ali Ermiş dururlar beklerlerdi. Nurettin İçen, Yaşar Şendaldal, Mithat da iyiydi.

İTFAİYE: Şahap albay (Cantay) sivil savunma müdürüydü. 60 ihtilalinden sonra geldi. İtfaiye sivil savunma uzmanına bağlıydı. Ahmet Sergin itfaiye müdürlüğü yaptı. İskeleden birisi düşüp öldü. Birisi de karbondan zehirlendi. Az da olsa talihsiz kazalar olurdu.

CAMİ: Cami 83 yılında yapıldı. Ramazan da fabrikada bir yer ayırılır herkes teraviye gelir birlikte namaz kalırdık. Cuma günleri çarşı camisine giderdik.

ULUDAĞ KAMPI: Uludağ kampına birkaç kez gittim. Bir gün geziye çıktık. O zaman kamp otellerin olduğu yerdeydi. Madenin olduğu yere vardık. Yolda birilerine rastladık. “Dönün çok kötü yağmur geliyor” dediler. Hava günlük güneşlik. Bir çoban koyunlarını toplamış geliyor o da dönün yağmur geliyor dedi. Bizi zirvede bir yağmur yakaladı. Ayakkabıların içi bile su doldu. Bizi kamyonla geri getirdiler.

FABRİKADA ÇALIŞAN HERKESİ TANIRMIŞSINIZ

82 oturan aile vardı. Baştan daha azdı, sonradan üç apartman ilave oldu, insanlar çoğaldı. Evet herkesi tanırdım, beni severlerdi. Telefon numaralarını ezbere bilirdim. Çok anımız var. İskender Başik haber alma şefiydi. Onun hanımı da kimya mühendisiydi. Namika Unan; bana ve herkese çok değer verirdi. İki kardeş bekardı. Ferit Uslu; Uludağ kampı ondan sorulurdu. Hüsnü Ağrı; Muhtar Mehdi’nin babası. Fabrikanın saatçisi. Onunla aramız çok iyiydi Saçları yoktu, ona saç kalmamış diye takılırlardı. “Bu saatleri yaparken bir tane koparıp içine koyuyorum” Eee ne oluyor? “Çabuk arızalansın da bir daha gelsin parasını alayım” derdi. Hüsnü amca dışarıda oturuyordu. Çok hoş bir adamdı.

Bu oturduğumuz yeri kooperatif olarak kurduk. Ben kuruculardanım. 83 yılında dağıtıldı. Birtakım eksikler vardı. İsmail Aktar; hisar bölümünün katibiydi. Sonra muhasebe bürosu açtı. Kooperatifi hep beraber kurduk. Projesini İstanbul’dan birisi çizmiş. Toplantı yaptık, görüş bildiriyoruz. Öbürleri kademeli, bizimki düz. Şöyleydi, böyleydi derken ben şahsen buna karşıyım dedim. Elektrikçi Semih Sezer vardı, “Biz iki gözümüzle anlamadık, sen nasıl anladın, ben çıkacağım” dedi. Ev yapıldı, olaylı oldu. Bizim arsamız daha geniş. O zaman biz fazla arsa payı ödedik. Nail Hoca; sosyal hizmetlerde çalışırdı. Ben geldiğimde müdür, Muzaffer Atamer’di. Eşi Halise Hanım, bir oğulları bir de kızları Leyla vardı. İnsana değer verirdi. Mehmet Şekip Esen ile sadece akşam eve gidince ayrılırdık. Gündüz gelince hep birlikte olurduk. Turgut Usluhan, Mehmet Tekbaş, Kuley ailesi, Demirizler, Fatma Baysal, Fatma Kahraman, Nevzat Altıparmak, Hüsnü Baltacıoğlu, Mühendis Engin Yalına, Torna tesfiye şefi Süleyman Yalmız, Baş Çavuşluktan ayrılan Şemsettin, Emekli Ahmet Bilgin, teknisyen İzzet Bozyiğit, Kimya mühendisi Mehmet Urgancı, kimya mühendisi Mehmet Erturan eşi Sahire Erturan( Ecevit zamanı Başbakanlıkta danışmandı), Hamdi Değirmenci, Abdullah Keskin, Askeriyeden gelenler vardı, Altay Merinostan geldi, makine mühendisi Aziz Çiftçi, İsmail Kasapoğlu memurdu, Ziya Aydın mühendisti, Mustafa Ünlübozkurt , dişçi Müjdelen Hanım’ın eşi Tuncer Kurtul mühendisti, Feyyaz Erçek ticaret bölümündeydi, Necla Bars memurdu, İsmail Dönmez Ahmet Yanar İsviçre’ye gitmiş, Turgut Usluhan Jakson diye bilinirdi, kızı Bahar, Fuat Kabil, memurlardan Mehmet Ali Benayat, Saliha İzgi, kimya mühendisiydi, Numan Şahin ‘in kızları iyi kızlardı, Orhan Yalçın ambar şefi, onun da kızı İpek vardı. Hadi Beliç memurdu, çocukları Vedat, İrem. Onları da analım. Sayamayacağım kadar çok kişi var. Orman Şükrü Edirne ile tanışmadık. Bizden önceymiş. Bir kere geldiğini duydum ama görüşmek kısmet olmadı. Bilge Semiz kimya bölümünde mühendisti, çok iyi kızdı. Sümerbank’ın İstanbul’da hastanesi vardı, hastaneye gitti, bir ay içinde böbrekleri nedeni ile öldü. Belkıs da rahmetli. Kenan Lokumcu ben emekli olduktan sonra kalp krizinden ölmüş. “Durmuş abi çabuk gel, santralı açacağız” dediler, beni aldılar, açtık, gereken yerleri biliyordum ezbere, aradım haber verdim. Sunğipek gerçekten bir aileydi. Hiç kapılarımızı kilitlemezdik. Ben buraya geldim ve yıllarca bekar olarak yaşadım. O aileler bana hiç yabancılık hissettirmediler. Öğlende yemek yapar bana getirirlerdi.

SANTRAL MEMURU DURMUŞ’UN ANILARI: Ben geldikten sonra benim hareketlerimi görenler kör olduğuma inanmadılar. Serbest hareket ediyorum. Az da olsa gördüğüme inanıyorlardı. Mekanik atölye tesfiye şefi Süleyman Şanda’nın hanımı var. Onlar yeni evlenmişlerdi. Mevsim yaz, yemek yedim oturdum. Bunlar geldi yanıma oturdular. Görüp görmeme meselesine geldi sohbet. Hanımı ben seni tanıyorum dedi, Süleyman Bey de az da olsun görüyorsun dedi. Benim gözümü bağlayın, çiçek serasından yukarıya çıkacağım, merdivenlerden dolanıp geleceğim dedim. Dolaşıp geldim. Benim oturduğum sandalyeyi değiştirmişler ama ben biliyorum. Bu benim sandalyem değil dedim. Onlar iddia ediyorlar. Benim sandalyem camekanın üçüncü ayağında deyince inandılar. Ben hepsini hesap etmiş, kafamda belirlemişim. Merdivene geldiğimde çocuklar koşar ayaklarıma sarılır, bende onlara çekirdek alırdım. Büfeci Hasan amcaya 250 gr çekirdek getir derdim, biraz sonra gelir gene çekirdek getirir, “Bu kadarcığı da benden olsun” derdi.

EMEKLİLİK: 95 senesinin 17 Ağustos’una kadar fabrikada geçti hayatım. 31.5 sene çalıştım. Emekli olduktan sonra fabrika evlerinden aldığımız eve yerleştik. Teknik kadro olduğu için ücretim iyi. Emekli olan arkadaşlara yemek verilir, aralarında para toplayarak hediye alırlardı. Bana da veda yemeği yaptılar. Dört çocuğumuz var. İstanbul’daki çocuğum mühendis, bir oğlum fizik öğretmeni, kızım Türkçe öğretmeni, bir oğlum bilgi işlemci. Dört çocuğumuzu da okuttuk. Fabrikayı kuran bir teknik mühendis Nidiger vardı. Maurer firmasının müdürü. Şekip Esen’in yanına gitmiş, o taksiye koyup bizim eve göndermiş. Ailece geldiler. Bizim gelin de vardı tesadüfen. İngilizce biliyor. “Durmuş aferin sana, ne kültürlü ailen var” dediler. Fabrika kapandıktan sonra gittim. Haline çok üzüldüm ağladım. Her yeri viran olmuş. Ardıç türünden ağaçlar, yemek bahçesi vardı. Bir tane kalmamış. Bence fabrika çalışmalıydı. Üniversiteye devredilmesi çok güzel oldu ama şu an orası çok bakımsız. Ben baştan karşıydım ama şu an biraz huzur buldum.

Görememek nasıl bir duygu?

Gözlerimi kaybettiğim için hiçbir şekilde müşteki olmadım. Baston da kullanmadım. Fiziki güzellik olarak hiçbir bilgim yok. İnsanlar hakkında; bana, genele olan davranışları, sesinin tonu ile değerlendiririm. Ayak yürüyüşünden kimin geldiğini bilirim. Rengi nasıl biliyorsunuz? Renklerden siyah renk anlaşılır. İnsanın eli hassassa dokununca anlar. Siyah rengin dokusu, boyası sert olur. Benim için kulak çok önemli. Yolda giderken kulaklarımı kapatmayacaksınız. Fazla gürültü olduğunda zorlanırım. İster radar, ister manyetik mikro dalgalar deyin. İnsanlar bu elektro manyetik dalgayı kavrayamadıkları için bizlerin davranışları onlara şaşırtıcı geliyor. Onları geliştirmişimdir. Önümde çukur varsa onu hissederim. Ama yanımda biri var ve dikkatimi ona vermiş, güvenmişsem çukura da düşerim. Yolda iki arkadaşım koluma girdi, sohbet ederek yürüyoruz. Birden ayağım takıldı mazgala, düştüm.” Ulan bir körü dört gözle biz öldürecektik” dediler.

Isparta’dan trene bindim. Yanıma bir subay oturdu. Biraz sohbet ettik. Kör olduğumu öğrendi. Aklına gelen her şeyi sorabilirsin dedim. Muhabbet koyulaştı. Sonunda; “Ben psikolog binbaşıyım, sen bana öyle şeyler verdin ki, bunlar okulda kazanılmaz” dedi. Ben Ankara’da rahatlıkla tek başıma takılmadan dolaşırdım, şöyle söyleyeyim kaldırımın kenarına gelir dururdum. Etrafımı dikkatlice dinler seslerin uzaklığına bakardım. Ses uzaksa mesafeyi ölçer karşıya geçer, yakınsa beklerdim. Burada da, memleketim Konya’ya gittiğimde de (orada yaptırdığımız evimiz var) çarşıya gider, alışverişimi yapar, bir tanıdık görür alırsa onunla, yoksa yürüyerek torbaları taşır eve gelirim. (Hisar mahallesinin üstleri, fabrika lojmanları) Allaha şükür başıma bir şey gelmedi. Ben bir tek kaynak yapamam, o da ellerimle dokunamadığım için. Felsefem hiçbir zaman hayata küsmemek. Beni bir orman köyünün içinden çıkarıp, iş sahibi, çocuk, eş sahibi yapan yaratana hep şükrederim. Ben de topluma kendimi kabul ettirdim. İyi insan, çalışkan insan olmaya gayret ettim.

Sunğipek Fabrikası ayrı bir dünya idi. Görmesem de hissediyordum, cennet gibiydi. Biz burayı aldığımızda bacadan o bölgeye koku yayılıyor, orada oturamazsınız diyorlardı ama biz bu kokuyu hiç duymadık. Atatürk çok akıllı adammış. Tam esintinin olduğu boğaza yapmış fabrikayı. Rüzgarla savrulmuş koku. İnsanlar ve zeytinler etkilenmesin istemiş.

Son olarak görme engelli biri olarak yetkililere ne söylemek istersiniz?

Refik Yılmaz’a söyledim. Gemlik’te engelli yolları uygun değil. Bazı yerleri tarif ettim. “Çok basit” dedi. Zaman geçti sordum. “Trafo vardı, kamera açılarını bozuyor, İstimlak yapmak lazım” dedi. Bir sürü şey söyledi. “Sen basit olanı yapamıyorsun, zor olanı nasıl yapacaksın?” dedim. Ne yerel yönetimler, ne araç sahipleri engellilere duyarlı değil. Geçeceğimiz yollar araç parkı olmuş. İstiyorlar ki engelliler eve kapansın. Hiçbir işe yaramasın. Bizler eğer şans, fırsat tanınırsa her şey yaparız. Ben bunun mücadelesini verdim ve başardım. İsterse herkes yapabilir, yeter ki önümüze engel olmasınlar, biz kendi engelimizi yeneriz.

Durmuş Ali Yazar…

Durmuş Ali Yazar’ı bu araştırmaları yaparken çok duyduk, anılarını dinledik. İşte onlardan bazıları.

SÜREYYA ÜZMEZLER: Durmuş abi Santral memuru iken tüm çalışanların karısını çoluğunu çocuğunu sesinden tanırdı. Aradığımda “Süreyya’cığım amcanın evini mi, elektrik santralını mı bağlayayım” diye sorardı. İnanılmaz olan Gemlik’teki evi bağlar mısın? Dediğimde… Güler ” Tamam” der bağlardı. İnanılmaz bir hafıza ve zeka. Fabrikadan Gemlik’e gelirken yolda karşılaşırdık… Yürüyüşü kolaylaşsın diye “Durmuş amca koluna girebilir miyim?” Derdim. Gülerdi…. “Gir ama beni koşturma” Zarafet çevrendeki zarif insanlardan öğrenilir.

BEHÇET ATAR: Benim dönemimde bankaya geldiğinde, kim konuşursa onu sesinden tanırdı. Bende kendisini rahmetli dayım Sunğipek fabrikasında çalışırken tanımıştım. O zamanki Gemlik telefon numaralarının hepsini aklında tutardı.

BABÜR BALCI: Durmuş ile gençliğimizde Sunğipek’te tanıştık. Fabrikada 30-32 yıllık bir çalışma hayatı vardır tahmin ediyorum. Önceleri ihzar kısmında çalışıyordu, bekâr pansiyonunda kalıyordu, bizler de bekârdık, 14-15 kişilik bir dost ve arkadaş grubumuz vardı. Onun kişiliğini ve arkadaşlığını sevdik, benimsedik, dostluğumuz 5-6 yıl ve daha sonra da devam etti. Esasen Konya Beyşehirliydi zannediyorum. Beraber çok anılarımız oldu. Kendisine karşı sevgim hiç eksilmedi. Görsel engelli olduğu halde çok yönden bizden dikkatli ve duyuları, sezileri çok daha kuvvetliydi. Birbirimize yaptığımız şakaları ayrım yapmadan ona da yapardık, küçüklüğünde üzerine çorba dökülmüş, bu talihsiz olayla görme duyusunu kaybetmişti. Tertemiz giyinir, her zaman takım elbiseli kravatlı, traşlı, elinde el radyosuyla bakımlı görünürdü. Radyodan haberleri kaçırmaz, günlük olayları takip ederdi. Bir ara yabancı dil öğrenmek için “purindik” teyip almış, bir süre kullandıktan sonra pansiyon odasından çaldırmıştık. Fabrika içinde devamlı geçtiği yol güzergahını bildiğimiz için yolunun üzerinde sessiz durur, beklerdik. Bize bir metre kala gülümseyerek yanımızdan geçer, bize çarpmazdı. Sen görüyorsun! Diye takılırdık. Bize yürürken yaptığı bazı testler sayesinde engellere çarpmayıp, çukura düşmediğini anlatırdı. Hepimizi tanımak için elimizi inceler ve bileklerimizden tanırdı. Bu yıllar geçse de değişmez. Ben 4-5 yıl görüşemediğim süreden sonra Gemlik’e gelip karşılaştığımda, elimi-bileğimi tutmuş “Babür’cüğüm, hoş geldin.” demişti. Bir grup gazinoda otururken birimizden düşen madeni 2,5 lirayı aradığımız halde bulamamıştık, oturduğu yerden bize gülerek “Oturduğun koltuğun arka sağ bacağına bakın.” dedi. Para orada duruyordu, biz 6 bakan kör bulamamıştık. Bazen izinli olduğunda Ankara’ya giderdi, özledim derdi. Orada körler okulunda bulunmuş, gelince “İyi oldu gezdim” derdi. Ben Eskişehir’de öğrenciyken, bir gün ziyaretine gelicem diyordu. Adresini ver, hem sana, hem de terzime elbise için prova vericem” dedi. Eskişehir’in iyi terzilerinden biri “İhsan Adal” onun da terzisiydi. Bir süre sonra Eskişehir’de bekar evimizin kapı zili çaldı, açınca karşımızda Durmuş’u gördüm. Sevindim, görüştük, terzime de gideceğim dedi. Dışarıya çıkınca “Hadi terzine sen götür.” dedim, koluma girdi ve labirent gibi yollardan beni terzisine götürdü. Hayret etmiştim. Ankara’da askerlik yaparken de kaldığımız eve uğramıştı, beraber körler okuluna gitmiştik, beni okulda gezdirdi, bazı hocalarla tanıştırdı. Daha sonra, iş hayatımız Sunğipek’te çakıştı. Oğlu Fatih, oğlumun arkadaşı der. Telefon Santralinde görevliydi. Telefonda arayıp bulamayacağı kimse yoktur. Fabrikada kalıp Ankara’da yerleşmiş bir hanım bana Kumla da hanım arkadaşı olduğunu fakat sadece ismimi bildiğini, telefonunu nasıl buluruz, çok görüşmek istiyorum dedi. Ben de Santral’da Durmuş varsa o bulur dedim. Tesadüf Durmuş santraldaymış, söyledim. Hanımın ismini verdim, kapat dedi. 2 dakika sonra görüştürdü. Sunğipek’ten emekli oldu, Gemlik’te de oturuyor. Bu güzel insanı iyi ki tanımışım. Allah’tan kendisine sağlıklı, mutlu, huzurlu yıllar diliyorum.

TURAN YALÇIN: Durmuş Ali Yazar ile birkaç anım: 1- Fabrika içi eğitim kapsamında İngilizce kursu düzenlendi, ilk etapta 25 kişi civarındaydık. Daha sonraları bu sayı epeyce azaldı. Hepimiz sertifika aldığımız halde İngilizceyi tam anlamıyla öğrenen Durmuş oldu. Çünkü hocanın anlattığı her şeyi kasetçalarına kaydeder pavyondaki (bekar misafirhanesi) odasında saatlerce tekrarlardı. Bir gün bile devamsızlık etmedi, kurs sonunda kursiyer sayısı beşe indi, kaçaklardan birisi de bendim, kursiyerlerin büyük bir kısmı bu fırsatı değerlendiremedi. 2- Bursa Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunun gediklilerindendi. Oyunları kaçırmamaya çalışır, çok dikkatlice izler sonra bize olumlu veya olumsuz yorumunu yapardı. Necati Cumalı’nın “Ezik Otlar” oyunu oynanıyor, ikimiz beraber tiyatroya gittik. İlk gittiğim tiyatro oyunu, tiyatroyu sevdirmeyi ona borçluyum 3- Çocuklarla önce konuşturur, kim olduğunu kendi hafızasına kaydederdi. Ve çocukları inanılmayacak şekilde çok sever, çocuklarda onu çok severdi. Diyalogları muazzamdı. Çocuklarda “Ben kimim?” Diye sorarlar, Durmuş abilerine; Durmuş aslında sesinden onun kim olduğunu biliyor, fakat ellerine dokunuyor, yüzünü okşuyor, saçlarından ellerini gezdirerek, daha sonra o çocuğun kim olduğunu adı ve soyadıyla söyleyince, çocuk hem hayret ediyor, hem de çok seviniyor. ” Bak beni tanıdı “diye bazen çocuklar tekrar tekrar sıraya bile girerlerdi, bu testten geçmeleri için. O da çocukların bu isteklerini kesinlikle geri çevirmez sinema ve misafirhaneye gelen çocuk anneleri de bu fırsattan istifade ederek hem film izlemede rahat eder, hem de bol bol kendi aralarında sohbet ederlerdi. 4-Bir gün öncesinde Adem Kalkan abimiz pazar günü Durmuşla beni Balık pazarındaki kahvehaneye çay içmeye davet etti, gittik çaylarımızı içtik. Biraz sohbetten sonra bitişikteki sinemaya gitmeye karar verdik. Adem abi gelmedi, biz oturduk film seyretmeye, yarım saat sonra şiddetli bir deprem. Seyirci ve ben gayri ihtiyari birden dışarı fırladık, o şok geçtikten sonra sağıma soluma baktım Durmuş yok. Tekrar içeri girince baktım aynı sandalyede oturuyor, fakat çok kızgın. İşte senin gibi adama güvenip de daha birçok şeyler söyleniyor bende hatamı biliyorum ne yapıyorsam affetmiyor, koluna giriyorum kolumdan çıkıyor, neyse meydana kadar geldik. Hüsamettin Arca abiye rastladık, oda baktı ki durumlar pek iyi değil mevzuyu anlattık. Durmuş’a hak verince dahada köpürüyor, neyse dükkanında birer kahve pişirdi içince sakinleşti, fakat o gün koluma girmedi. Daha sonraları Hüsamettin abi ikimizi bir arada görünce, ” Yahu Durmuş, seni yarı yolda bırakanla yine berabersin” der o da,” Ne yapayım abi, el mahkum” derdi, hepimiz gülerdik. Bunlar gibi birçok anımız var, günler su gibi gelip geçti. Durmuş birçok meşakkatli yollardan geçerek rızkını annesinin ak sütü gibi helal yoldan temin etmeyi bilmiş, hassas ruhlu iyilik sever, arkadaş canlısı, çok değerli bir dost ve kesinlikle unutamayacağım bir arkadaşım.

Kısa bir not ilave etmek istiyorum; Bu röportajı yaparken ve yazarken çok duygulandım. Durmuş Beyi karşımda asla bir engelli olarak görmedim. Bizi normal bir insan gibi karşıladı. Çok güzel gözümün içine baka baka sohbet etti. Tek başına gitti namazını kıldı geldi. Arkadaşlarını aradım, onlarla sohbet ederken gözlerinin içinin güldüğünü hissettim. Ve her şeyimiz tamam olduğu halde, kendi uzuvlarımızdan, hayatımızdan memnun olmayışımızdan, çevremizdeki güzelliklerin, insanların, hayvanların, doğanın, hatta gök yüzünün, doğanın, yağan yağmurun, karın, dağın, denizin farkında olamayışımızdan, Utandım! Hakkında o kadar çok hikayeler okudum ki; umarın biz de Durmuş Bey gibi mutlu olmanın ve çevremizi mutlu etmenin sırrına varırız. Nur içinde yatsın.

BENZER HABERLER