MÜJGAN EBE

Köşe Yazıları - 8 Aralık 2023 01:15

Bu yazımda sizlerle bir çocuğun annesini anlatan mektubunu paylaşacağım. Yılın ilk günlerinde çıkacak Umurbey Köyü kitabımdan bir bölüm.

Sadece köyün kadınına, çocuğuna eli dokunmamış, idealist ve insani bakışı ile köyün derdi ile dertlenmiş, işi olmayana iş bularak geride unutulmaz anılar bırakmış Müjgan ebe. O kadar çok anıda ismi geçti ki! Merak etmeye başladım, herkese sordum. Bir gün telefonum çaldı. Paylaştığım fotoğraflardan birini oğluna göndermişler, bu fotoğraf kendisinde yokmuş, duygulanmış, teşekkür etmek için beni aradı Seracettin Bey. Telefonda sesi titriyordu. Konuştuk ve “Annenizi anlatır mısınız?” dedim, beni kırmadı. Bugün sözü ona bırakıyorum.

“Bir kadın isterse” diyor, bütün kadınlara örnek olmasını dileyerek saygı ve rahmetle anıyorum.

ANNEM MÜJGAN SOYSEVEN
Oğlu Dr. Seraceddin (Bora) Çom. 12.11.2023 tarihinde göndermiştir.

Annem, 1934 Edirne doğumlu. Ailesi Bulgaristan göçmeni. Baba tarafı da anne tarafı da Bulgaristan’dan göç ederek Edirne’nin bir köyüne yerleşmişler. Annem babasını hiç hatırlamıyor. Çok küçükken babası vefat etmiş.

Annem, anneannem Fatma Solak ve kardeşim Tayfun, Gemlik

Anneannem Fatma Solak, çekirdekten, yani çırak gibi bire bir eğitimle yetişmiş hemşire. İstanbul’da bir hastanede ameliyat hemşireliği yapmış. Annem de Çanakkale yatılı ebe-hemşire okulundan ebe-hemşire olarak mezun olmuş. (Önceden hem ebelik hem de hemşirelik yapabilen böyle bir meslek vardı, sonradan ayrıldı)

İstanbul’da Zeynep Kamil Kadın Doğum Hastanesi’nde ebe-hemşire olarak çalışmış. Çorum Mecitözü’nde hastanede ebe-hemşire olarak çalışmış. Evlenmiş. Sonra dul kalmış. Tayin istemiş. Tayini Umurbey Belediye Ebesi olarak çıkmış. Annem, ben ve kardeşim Tayfun, biz Umurbey’e geldiğimizde yedi-sekiz yaşlarındaydım. Sanırım 1967 senesi olabilir. Annem Celal Bayar Evlerinden birini kiraladı ve eşyalarımızla gelip yerleştik. Kardeşim 3 veya 4 yaşlarında idi.

Umurbey’den hatırladığım ilk anım şudur: Umurbey’e geldiğimizin ikinci veya üçüncü günü idi. Annem elimden tuttu. “Gel bir yere gidiyoruz” dedi. Köyün meydanına (çarşı diyorduk) geldik. Direkt meydanın ilerisinde bir kahvehane vardı. Beni oraya götürdü, içeri girdi. Ben anneme söylenmeye başladım; “Anne sen kadınsın. Kahvehanede ne işin var? Niye buraya geldik?” diye. Ayıptı; kadın, erkek kahvehanesine girmezdi.

Annem, kardeşim ve ben

Annem beni susturdu. Kahvehane erkeklerle doluydu. Çok şaşırmışlardı. Bu kadın kimdi? Neden içeriye girmişti? Öylece bakakaldılar. Annem ortaya kadar geldi. Hafızamda kaldığı kadarıyla şöyle bir konuşma yaptı: “Ben ebeyim. Köyünüze Belediye’ye tayinim çıktı. Dulum. Kocam yok. İki tane çocuğum var. Eğer, beni bir kardeşiniz bilir, namusuma sahip çıkar ve sahiplenirseniz, ben burada uzun yıllar sizin çocuklarınızı, torunlarınızı doğurturum. Ama, eğer bu kadın sahipsiz, koruyanı yok, bundan faydalanalım deyip de namusuma göz dikerseniz…” dedi ve çantasını açtı, bir tabanca çıkardı. Tabancayı sertçe bir masanın üstüne vurdu ve oraya bıraktı. “Eğer namusuma göz dikerseniz, bedelini bununla size ödetirim. Şimdi hemen bana kararınızı söyleyeceksiniz” dedi.

Kahvehanedekiler çok şaşkındı. Birkaç kem-küm kelimeden sonra birisi, “Başımız üstünde yerin var. Bacımızsın. Bizden yana emin olabilirsin. Sen namusunla, edebinle çalışırsan, biz de sana ailemiz gibi sahip çıkarız, koruruz” dedi. Birkaç kişi tasdik etti; evet, doğru vs gibi sözler söylediler. Annem “İyi o zaman” dedi. Tabancayı aldı, çantasına koydu ve kahvehaneden çıktı.

İlerleyen senelerde öğrendiğime göre, Mecitözü’nde dul kaldıktan sonra can güvenliği gerekçesiyle silah taşıma ruhsatı almış ve Kırıkkale marka bir tabanca satın almış. Çok sonraları ekonomik sıkıntı çekince bu silahı sattığını hatırlıyorum. Daha sonra bir av tüfeği almıştı ama doğumlara tabancasıyla giderdi. Bu kahvehane olayından sonra, köylüden hiçbir şekilde bir taciz, bir kötülük, bir eziyet görmedik. Bu açıdan çok rahat bir hayatımız oldu. Senesini hatırlamıyorum, annem beni ve kardeşimi Ankara’ya götürdü. Bir dernek toplantısına katıldı. Orada seçim yaptılar. Tam hatırlamıyorum ama sanırım annem, genel sekreter ve yönetim kurulu üyesi seçildi.

Umurbey, ortaokul mezuniyetim – Resmin sağındaki öğretmenin adı Ali Rıza, sanırım müdür idi. Hanımının adı Macide idi, o da öğretmendi. Uzun yıllar Umurbey’de hizmet ettiler çalıştılar.

Sonradan öğrendiğime göre, mesleki bir dernekmiş; ‘Ebe-Hemşireler Derneği’. Bu dernek, daha sonra ilerleyen yıllarda kapandı. Üyeleri ‘Hemşireler Derneği’ ismiyle yeni bir dernek kurdular. Her sene bir kere olmak üzere, üç-dört kere Ankara’ya bu derneğe kurul toplantılarına geldiğimizi hatırlıyorum.

Önceden hastanede doğuma rağbet olmazdı. Doğumlar kişilerin evlerinde yapılırdı. İnsanlar kapımızı çalar, “Falan köyde doğum var” derlerdi. Annem, almaya gelenlerin yanında en az bir kadın olmasını şart koşmuştu. Yanlarında kadın olmadan doğuma gitmezdi. Traktörle, hatta atla ve eşekle doğuma gittiğini hatırlıyorum. Bazen gece yarısı bile giderdi. Gitmeden “Kaçıncı doğum?” diye sorardı. Sonra beni uyandırır ve bir hesap yapardı; ilk doğumsa “Uzun sürer. Ben tahmini şu kadar saat sonra dönerim” derdi. “Eğer ben yarın veya ertesi gün şu saate kadar gelmezsem, hemen muhtara gideceksin, haber vereceksin. Jandarmaya haber vermesini isteyeceksin” derdi. Gideceği köyün adını söylerdi. Unuturum diye kâğıda yazar, bırakırdı. Benli veya Yukarı Benli isimli bir köye gittiği hafızamda kalmış mesela.

Uzun yıllar böyle doğumlara gitti. Gittiği zaman, doğuma gittiğini muhtara veya belediyeye bildirmemi isterdi. Ama ben hiç bildiremedim. Çok çekingen ve ürkektim. Gitmediği günlerde de belediye binasında sağlık odası vardı; orda iğne, pansuman vs yapardı. Doğumlar ücretli idi. Yan doğum için kişiler anneme para verirdi. Standart bir ücret tarifesi yoktu. Kimseyle “Şu kadar para verirseniz gelirim” veya “Gelmem” diye konuşmazdı, “Doğum beklemez, gidelim. Para işi kolay” der, giderdi. Söylediğine göre, doğum bitince ücret sorduklarında, “Ne kadar verirseniz” dermiş. Çok defa “Hiç para vermediler ama olsun, çocuğu sağ salim doğurttum ya bu bana yeter” derdi. Bazen de para yerine zeytin, zeytinyağı, tereyağı, peynir verirlerdi. Annem belediyeden aldığı maaşın yanında, bu doğum paralarıyla bizi büyüttü ve okuttu. Her gıdayı gördük. O zamanlar kimse muzun ne olduğunu bilmezken, annemin bize muz aldığını hatırlıyorum. Bir daha evlenmedi.

 

Annem köy kadınlarından biri ile birlikte. Dikiş diktiği makinesi ile

Çok münevver kadındı. Yaşadığı zamanın hatta çağın ötesindeydi. Genel kültürü muazzamdı. Köyün kadınlarıyla arkadaş olmuştu. Kadınlara evimizde okuma yazma öğretirdi. Ayda bir Gemlik hastanesine gider, doktorlardan eşantiyon ilaçlar getirirdi, ihtiyacı olanlara da ücretsiz dağıtırdı. Evimiz dert dinleme kapısı olmuştu. Kocasından, çocuğundan şikayeti olan, kaynanasından derdi olanlar gelir, dert yanarlar, annem onlara nasihat ederdi. Bir keresinde, karısını döven bir adamın evine gitti. Beni de götürdü. Kapıyı yumrukladı, “Aç kapıyı vicdansız adam. Sana kadın dövmek neymiş göstereceğim” diye bağırdı. Evin penceresinden evde bir adam olduğunu gördüm ama kapıya kimse çıkmadı. Geri döndük.

Suat teyze, Saime abla, Ayten abla sık görüştüğü arkadaşlarıydı. Bir dikiş makinesi vardı. Herkes “Feracem yırtıldı”, “Eteğim söküldü” diye gelirdi. Annem onları dikip verirdi.

Evlere doğuma gittiğinden dolayı çok çevresi olmuştu. Bürokrat veya zengin kesimden hemen hemen herkesin evine doğuma giderdi. Onun döneminde doğan Umurbey’deki çocukların tamamına yakınını annem doğurttu. Ünü, namı her yere yayılmıştı.

Bir gün kapımıza makam arabası geldi. Annem bindi ve gitti. Bursa valisiymiş. Damadı “Hastanede doğum yaptırtmam” diye tutturmuş, Vali Bey araba göndertip annemi aldırmıştı ve torununu doğurtmuştu. Ama hepsinden önemlisi, iş bulma kurumu Bursa ve Gemlik müdürlerinin doğum taleplerine gitmesi olmuştur. Almanya işçi alımına başlamıştı. Herkes gitmek için yazılıyordu. Bizim ev de müracaatçı dolu olurdu. Annem gerçek ihtiyaç sahiplerini kabul eder, müdüre rica eder ve Almanya’ya işçi olarak göndertirdi. Birçok kişi Gemlik’ten, köyden işçi olarak annemin sayesinde Almanya’ya gitmiştir.

Annem Almanya’da hastanede hemşire olarak çalışırken

Ve en sonunda bir gün dedi ki: “Ben herkesi göndertiyorum da neden kendim gitmiyorum? Tek başıma bu gelirle sizi üniversitede okutamam. Oraya gitmek istiyorum.”

Kardeşime ve bana fikirlerimizi sordu. “İstemezseniz, sizi bırakıp gitmem. Ama gidersem, iki sene sabredeceksiniz. İki sene sonunda sizi de Almanya’ya alacağım” dedi. Biz gitmesini kabul ettik ve annem bir gün Almanya’ya işçi olarak gidiverdi. Önce orada buzdolabı fabrikasında işe başladı. İlerleyen senelerde bizi de yanına aldı. Ben ortaokulu, kardeşim ilkokulu bitirdik ve Almanya’ya gittik. Annem daha sonra diplomasını Alman makamlarına ibraz etti. Yol, yordam ve dil öğrendikten sonra Almanya’da imtihana girdi, kazandı ve bir hastanede hemşire olarak çalışmaya başladı. Biz Almanya’da iki sene okuduk. Sonra o okuldan mezun olunca üniversite okuyamayacağımızı anladı, bizi tekrar Türkiye’ye gönderdi. Bursa Erkek Lisesi’nde kardeşim ortaokulu, ben liseyi yatılı olarak okuduktan sonra tekrar Almanya’ya gittik.

Bu süreç içinde annemin, ”Köyden bir arsa aldım. Ev yapacağım ama bana gülmeyin” dediğini hatırlıyorum. İzine gelmişti. Meğer Kayalar mevkii denen yerden, kayalık üzerinden ucuza bir arsa almış. Kayalık mevkii, arasından yol geçen, yolun sağında ve solunda beş-altı metre yüksekliğinde duvar gibi kaya olan bir yerdi. Annemin aldığı arsa tamamen kaya, taş idi ve yoldan üç-dört metre yüksekti. Komşuların anneme kızdığını hatırlıyorum, “Paranı ziyan ettin. Bu uçuruma nasıl ev yapacaksın? kafayı mı yedin?” diyorlardı. Annem “Bekleyin ve görün” derdi.

Umurbey Kayalar mevkiinde annem dinamitle kayaları patlatıp ev yapmak üzere düz bir arsa elde etmişti.

Sonunda izin ve ruhsat almış. Yüksek kayalığa adamlar geldi, delikler deldiler ve deliklere dinamit lokumları koyarak patlattılar. Belediye hoparlöründen “Korkmayın” diye anons yaptırdı. Patlamayla, taş parçalarının oyun oynadığımız bir üst sokağa düştüğünü hatırlıyorum. Sonunda kayalık arsa, yolun seviyesine kadar indi. Ama kaya parçaları, molozların taşınması gerekiyordu. “Koçero” lakaplı biri vardı taşocağında. Damperli kamyonla çalışıyordu. Annem onun doğumunu yaptırmıştı. O kişi, sağ olsun, gece kamyonu arsanın önüne çeker, kamyonda uyurdu. Biz; yani annem, ben ve kardeşim ellerimizle kaya, taş parçalarını kamyonun kasasına atardık. Böyle 10-15 gün sürdü ve arsa dümdüz, tertemiz oldu. Sonra da peyderpey para göndererek “Heryanım Ahmet” isminde bir köylümüze iki katlı ev yaptırdı. Bizden gören komşular da aynı yolu izleyerek arsalarını patlatıp yol seviyesine indirerek ev yaptılar. Bu yol hamama doğru giden, ana yolun bir altındaki yoldur. Halen yolun sağ tarafı yüksek kayalık olarak durmaktadır. Tabii üstünde evler yapıldı. Bu hatıra, bende annemin ne kadar becerikli ve ileri görüşlü olduğuna dair bir anı olarak yer etmiştir.

Annem daha sonra Almanya’dan emekli olarak geri döndü ve evimizde yaşadı. 2003 yılında vefat etti.

Annem aynı zamanda bir şairdi. Yaklaşık on beş kadar şiir yazmıştı. Kitaplaştırmak istiyordu ama sonradan vaz geçti. Köyün genç kızlarını haftada bir gün evinde toplar ve onlara nasihat ederdi. “Mutlaka okuyun. Kimseye muhtaç olmadan geçimizi sağlayacak bir meslek seçin. Üniversiteye gidin” derdi. Lakabı “Ebe Teyze” olmuştu. Herkes öyle hitap ederdi. Bir ara belediye başkanlığı seçimlerinde aday olmayı düşündü ama sonra “Bu köyden ekmek yedik, geçindik. Bana yakışmaz. Kazanırsam vefasızlık olur” diyerek vazgeçti.

Bu yazı annemin el yazısı. Kendisi ortaokuldayken bir kompozisyon ödevinde yazmış. Bora isimli bir çocuğun hazin hikayesini edebi olarak anlatıyor. Sonradan büyüyüp evlendikten sonra benim adımı Bora koymuş.

Köftesi çok ünlüydü. Kendine ait bir tarifi vardı. Ona göre köfte yapardı. Gelenler, “Ebe teyze köften yok mu?” derlerdi. Çalışmalarınızda başarılar dilerim, saygılarımla.

BENZER HABERLER