Gece gece aklıma geldi.
Annem grip olmuştu bir kere.
Ben de hayırlı evlat, kalktım “Şehriye çorbası yapayım” dedim. Sebzeli filan.
Kötü bir özelliğim var; elimin ayarı yok. Ya da beynimde oran orantı konusu görsellerle desteklenmiyor.
İki patates, üç havuç, iki soğan derken Mevlüt yemeği gibi oldu. Zaten biri fazla olunca dengelemek için hepsini artırmak zorunda kalıyor insan. Bir nevi hortum gibi çekiyor içine.
Annem sabırsızlanınca “Bitti, bitti!” deyip şehriyeleri boca ettim tencereye. Sonra ne göreyim? Küçük küçük kurtçuklar. Kurtlanmış.
Korkudan küçük dilimi yuttum. Bir yandan tek tek kurtları alıp atıyorum. Bir yandan annemi sakinleştirmeye çalışıyorum. Hem hasta hem aç. Şeker hastası zaten dayanamıyor.
O gün kızlarla buluşacaktım. Hepsi yurtta kalıyor. “Al bu çorbayı götür nasıl bitecek bir kazan çorba!” diye baskı yapıyor annem. Direniyorum. “İnsanların günahına giremem” diye bahaneler üretiyorum. Üretken biriyimdir.
Neyse, çorba pişti. Aldım bir tabak içiyorum. “Oohh, çok güzel olmuş” deyip bir tane daha.
Annem hala ters ters bakıyor. Bir tane daha…
Anneme de içiriyorum bir güzel. Karnı doyunca sakinleşiyor. “Eline sağlık!” filan diyor.
Eve gelen herkese üstün reklam kabiliyetimle çorba içiriyorum. Elim lezzetlidir. Belki de kurtçuklar tat vermiş bilemem.
En son vicdan azabına dayanamayıp herkese itiraf ediyorum. Allah kardeşin de evladın da hayırlısını versin.
Tepkileri neydi hepsini hatırlamıyorum. “Aman dışarıda yediklerimiz çok mu temiz? Kurtlar protein olmuş, lezzetliydi. Üzülme!” diye beni teselli ediyorlar.
Şanslıyım galiba ben.